BU yazının konusu, Türkiye’nin 16 Nisan 2017 tarihinde devlet sistemini yeniden yapılandırma yolunda atacağı adımın siyasal, tarihsel ve küresel ölçekte ele alındığı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bugün gelinen noktada neden devlet aklını güncellemesi gerektiğini ve bu gerekliliğin düşünsel altyapısını kapsamaktadır. Öncelikle “güncelleme” olgusunun anlam olarak bir birikimin ve geçmişin devamı niteliğinde düşünülmesi kuşkusuz ki önemli bir ayrıntıdır. Bu açıdan bakıldığında Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin içerdiği onsekiz maddelik yeniliğin dinamiklerini medeniyetimizin köklerinde bulmak mümkündür. Yönetimde tek başlılık, HSK üyelerini seçilmiş Meclis ve seçilmiş Cumhurbaşkanı’nın ataması gibi yenilikler aslında Türkiye için “yeni” değil, “güncelleme” olacaktır. Bu yazıda Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin maddelerini açıklamak yerine, bu sistemin tarihsel altyapısını, ekonomik olarak gerekliliğini ve küresel arenada Türkiye’nin yeniden konumlanan süreçte yapması gereken siyasi reformlardan bahsedilecektir.
İlk bölümde Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin tarihi köklerinden ve aslında Anadolu toplumuna, genetiğine ve alışkanlıklarına ters değil, tam aksine ne kadar uyumlu olduğuna değinilecektir. Devam eden başlıklar, sistem değişikliğinin, Türkiye’nin ileri hedeflerine doğru atacağı ilk adımı anlatmaktadır. Elbette Türkiye siyasi, ekonomik ve askeri alanlarda özellikle son yıllarda çok önemli ve kritik adımlar atmıştır. Bu adımlar sayesinde zaten bugün Türkiye’de devlet sisteminin artık güncellenmesi gerektiği noktasına gelinmiştir. Çünkü mevcut sistem bugün ne gelişen Türkiye’yi ne de küresel konjonktürü kaldıracak ivmeye sahip değildir. Yazının ilerleyen bölümlerinde askeri darbeler, siyasi krizler, ekonomik krizler ve koalisyonlar konusunda mevcut sistemin yapısından kaynaklanan zafiyetlere değinileceği noktalar da mevcut sistemin bugünün Türkiye ve dünya konjonktürüne uymadığı gerçeği ile ilgilidir.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin bir başka gerekliliği de dünyada özellikle 2008 sonrası artan oranda ekonomi, siyaset ve askeri alanlarda gözlemlenen konsept değişiklikleridir. Demokrasi, insan hakları ve evrensel değerler noktasında dünya önemli bir sınav vermektedir. Giderek derinleşen ekonomik ve siyasi krizlerin küresel çarpan etkileri hemen her bölgede hissedilmekte, küçük ve etkisiz ülkeler büyük ülkelerin siyasi ve askeri olarak gövde gösterisi yaptığı alanlar olmaktan çıkıp bizzat küresel sistemi değişime zorlayan, kitlesel tepkiler verme noktasına gelmişlerdir. Özelikle Avrupa’nın ve özelde AB’nin bugün en büyük sorunu olan mülteci krizi, Avrupa’nın demokrasi anlayışını, insan hakları ve evrensel değerler yargısını aşındırmakta ve buna ilave olarak yükselen aşırı sağ zihniyet, Avrupa’yı giderek daha antidemokratik ve göçmenlere karşı tahammülsüz bir zemine taşımaktadır.
Amerika Birleşik Devletleri yeni başkan Trump ile birlikte alışılmadık veya alışılmaya çalıştırılan çarpıcı bir vizyon ile Obama dönemini adeta bir kayıp olarak değerlendiren ve yeni dünya sistemini Yeni Amerika ile kurmayı vadeden bir söylem ile küresel sahnede AB’nin ekonomik ve siyasi etkinliğini tehdit eden bir tavır sergilemektedir. Rusya, çarlık genlerinden gelen yayılmacı politikasını Osetya ve Kırım’ın ardından Suriye ve Doğu Avrupa’ya taşımada ısrarcı ve isteklidir. Çin, Güney Çin Denizi üzerindeki tasarruflarına karşı ABD’nin herhangi olumsuz politikasına yönelik savaş tehdidine varan açıklamalar yapıyor. Kuzey Kore, önümüzdeki dönemde kendi iç hesaplaşmasına doğru giden bir süreci yaşayacak. Kısacası dünya, 2008 sonrası giderek hızlanan ve çarpan etkisi büyük olay ve politikalarla çalkalanmaktadır.
Burada kritik soru şu; tüm bu gelişmeler karşısında Türkiye’nin izleyeceği yol nedir ve küresel dönüşüm içerisinde kendi ilerlemesini sağlayacak adımları nasıl atacaktır? Öncelikle bu sorunun ve bu değişim ihtiyacının tarihsel bir birikimin devamı olarak anlamakta fayda vardır. Zira, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin kökleri dışarıda değil, Türkiye’nin binlerce yıllık tarihindedir.
Dünden yarına Türkiye
Milattan önce 600’lerde Sakalar ile başladığı bilinen Türk tarihi kendine has devlet geleneği ile bugüne dek yaşamını sürdürmüştür. Mete Han’dan Mustafa Kemal Atatürk’e kadar bin yılları aşan bu süreç içerisinde Orta Asya’da başlayan serüven bugün Anadolu’da halen devamlılık göstermektedir. Bu uzun yolculuğun içerisinde Büyük Hunlar’ın Mete Han ile meydana getirdikleri devlet yönetim tarzı Göktürkler’de Bumin Kağan ile devam etmiştir. Aynı sistemin yansımaları çağa uyduracak biçimde düzenlenerek Büyük Selçuklu Devleti ve akabinde Osmanlı Devleti nezdinde de uygulanmıştır. Bu bağlamda Mete Han ile başlayan devlet geleneği Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti de dâhil olmak üzere süregelmiş ve daima bağımsız bir bayrak ve istiklal altında yaşamını idame etmiştir.[i]
Bugünkü düzlemde bir değerlendirme yapıldığında mevcut sistem değişikliğinin aslında kurucu kodlara bir dönüş niteliğinde olduğunu saptamak mümkündür. Pekâlâ, sistem değişikliği bize ne kazandıracak? Türk devlet tarihinin en önemli tarafı ve yadsınamaz gerçeği, kurucu kodların birçok açmazı veya imkânsızı imkânlı hale getirdiği gerçeğidir. Kadim medeniyet Çin’in Hunlar’a boyun eğmesini, Avrupa’nın Hunlar’a boyun bükmesini, Orta Asya’da egemen güç haline gelen ve Anadolu topraklarına sözde yabancı görünen Türklerin önce Selçuklular ile daha sonra Osmanlı Devleti ile Anadolu’da kalıcı hale geliş sürecini anlamak, kurucu kodları anlamaktır.
Tarih kitaplarını dolduran bu büyük zaferlerin nasıl elde edildiği sorusu, yanıtını Türkler’in devlet teşkilatlanmasında bulmaktadır. Türk devletlerinin temel alınan esas karizmatik lider etrafında toplanan bir yönetim mekanizmasına dayanmaktadır. Burada devlet çok başlı bir sistemin aksine lider etrafında birleşen mekanizmalar tarafından yönetilmektedir. Dolayısıyla devlet hiyerarşik yükün büyük bir kısmını omuzlarından atmış bulunmaktadır. Devletin karar alma mekanizması hızlı sonuç verdiğinden sorunlara üretilen çözümler veya girişimler daha hızlı bir şekilde yapılandırılmıştır.
Tabi burada bahsedilen tek başlı sistem bir kişinin eline bırakılmış ve başka kimsenin düşüncesinin hükmü yoktur gibi bir yönetim şekli olarak algılanmamalı. Aksine Türk devlet geleneği kurultay esasına dayanmaktadır. Ki bu durum o çağlarda görülemeyecek kadar ileri düzeyde bir teşkilatlanmanın göstergesidir. Meydana gelen bir meselenin halli için önce kurultay toplanır, burada Kağan, Han, Hakan veya Sultan mevcut meseleyi kurultaya aktarır ve kurultay üyeleri mevcut meseleyi tartışarak bir çözüme kavuştururlardı. Yani yönetici tek başına karar alarak hareket etme şansına sahip değildi.
Kurucu kodlardan bahsederken tanımlamaya çalıştığımız sistem daha çok bu haliyle bize örneklik etmektedir. Avrupa’nın o dönemde boyun bükmesinin üzerinde de yine bu durumun aksi görünümünün etkisi vardır. Zira Türk devletleri tek lider benimseyerek kurultay tarzı bir yönetim anlayışı benimserken Avrupa’daki krallıklar bir türlü bu sistemi oturtamadılar ve ortaya feodal sistem olarak adlandırılan küçük krallıkların bulunduğu karmaşık bir düzen ortaya çıktı. Burada küçük bir parantez açarak belirtilmelidir ki Türk devlet geleneğinde merkezden kopuk yönetim biçimlerine yer yoktur. Bugün de “hayır” kampanyasının Avrupa destekli versiyonunun yaymaya çalıştığı gibi, feodalite, özerklik gibi konular Türkiye Cumhuriyeti’nin ne geçmişte ne de bugün hiçbir zaman konusu olmamıştır.
Türk devlet geleneğinde, devlet hukuku, emretme hak ve yetkisine sahip olan bir yüksek sosyal nizam biçimidir. Ancak burada bir husus öne çıkar, emretme hakkının itaat edenler tarafından “meşru” kabul edilmesi lazım gelir, aksi halde devlet yok, zorbalık vardır.[ii] Şimdi bu ifade üzerinden bir değerlendirme yapılacak olursa; Çağa bakıldığında bu geleneğin elbette bugüne uymayan birçok yanı bulunabilir ki bu doğal bir neticedir. Ancak buradaki ifade mühimdir. Yani iktidarın meşruluğunu kazanması için halk nezdinde meşru kabul edilmesi gerekliliği vardır. Dolayısıyla Türk devlet geleneğinde hiçbir zaman zorbalık baş göstermemiş ve yönetici daima ortak akıl ile belirlenmiştir. Bu nedenle, yeni sistemin meydana gelebilmesi ve işlevselliğini kazanabilmesi için de halkın bu konu üzerinde ortak bir fikir beyan etmesi gerekliliği kaçınılmazdır.
Geçmişten bugüne bir köprü kurmak gerekirse eğer şunu ifade etmek mümkündür; Mete Han’ın karizmasıyla Mustafa Kemal’in karizması arasında bir fark yoktur. İkisi de güçlü ve istikrarlı lider profili çizen yönetici altyapısına sahiptir. Dolayısıyla parlamenter sistemin güçlü lider doğmasına izin vermediğini de göz önünde bulunduracak olursak, yeni sistemin ve içerisinde barındırdığı kurucu kodların ne anlam ifade ettiğini daha iyi anlarız.
Binlerce yılı aşan bir devlet geleneği içerisinde meydana getirilecek yeni bir sistemin veya sistemi yeniden düzenleme ve çağa ayak uydurmasını sağlama geleneğinin bir çırpıda rejim değiştiriliyor denilerek bazı kesimler tarafından alt üst edilmek istenmesinin nedenlerinden biri de Türkiye’nin tarihinde olduğu gibi yine küresel güç olma şansını yakaladığının görülmesidir. Bunu ne Avrupa ister ne de Türkiye’nin bölgede güçlenmesini istemeyen küresel terör örgütleri.
Bizler her dönüm noktasında yeni bir anlayışı benimseyerek bugüne dek ayakta kalabildik. Öyleyse göçebe kültürü terk etmeseydik bin yıllık Bizans’ı nasıl İstanbul’un kalın surları içerisinden çıkarabilirdik. Veya Osmanlı’dan daha önceleri devlet geleneğini benimsemeseydik Malazgirt’i Miryakefalon’u yaşayabilir miydik? Tüm bunlar değerlendirildiğinde tarihi çıkışların yüzyıllar boyu sürecek kazanımları olabileceğini ve bugün de Türkiye’nin böyle bir eşiğin önünde olduğunu anlamak zor değildir.
Tarih sürekli olarak ilerleyen ve her ne kadar geçmişi ifade etse de ileriyi gösteren bir olgudur. Tarihin önceden olana saygısı vardır ancak onu hiçbir zaman beklemez daima ilerler. Eğer bugün olduğu gibi altyapısız muhalefetlere o gün de yenik düşülseydi ne Malazgirt olurdu, ne de İstanbul. Bir sürekliliğin içerisinde, yeni bir düzenin inşa edildiği ve ayakta kalmanın önceye nazaran daha zor olduğu bir düzleme doğru ilerlerken, güçlü devlet geleneğimizin kodları ile yeni Türkiye sistemini birbirine entegre edebilirsek, önümüzdeki asrı yakalarız. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, yerli ve milli olma noktasında Türk devlet geleneğinden gelmektedir. Yeni yönetim anlayışı ile daha demokratik, daha fazla refah ile gücüne güç katmış bir Türkiye hem kendisi için hem de dünyanın geri bırakılmış halkları için yeni bir çağın başlangıç meşalesini de yakacaktır.
[i] Kemal Göde, Türkler’de Devlet Anlayışı –Mete’den Atatürk’e—(M.Ö. 209-1938), Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 3.2, 1985.
[ii] İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ötüken Yayınları, İstanbul 2005.