Daha güçlü bir Türkiye daha adil bir dünya demektir
Daha güçlü bir Türkiye derken bunun siyasi, ekonomik ve askeri ayaklarını içine katarak küresel ve yerelde daha güçlü bir Türkiye perspektifi çizilmektedir. Dünyada hakim ekonomik sistem 2008 yılından sonra ciddi bir finansal krizin yanında aynı zamanda daha ciddi bir düşünsel krize de girmiştir. Üretim odaklı geleneksel kapitalizmin can çekiştiği, finans oligarşisinin dünyayı politik ve toplumsal olarak adeta rehin aldığı bir dönemden geçiyoruz. Bir kere Türkiye’nin mücadelesini anlamak için, dünyadaki para sisteminin tarihine, Ortadoğu’nun batı dünyası tarafından tarif edilme şekline, yakın dönemde yaşanan ABD, Rusya ve Avrupa’da yaşanan gelişmelere bakmak lazım. Dünya, bir başka yere doğru giderken, Türkiye’nin sabit kalması elbette mümkün değildir. Bunun yanında Türkiye, giderek şahinleşen bir küresel arenada ayakta durmak için sistemini güncellemeli, mevcut üniter yapısını tehdit edecek her türlü girişime karşı devlet – millet bileşkeli güçlü bir restorasyona gitmelidir. Bu restorasyon her alanda olmakla birlikte ilk ve en önemli ayağı Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’dir. Çünkü mevcut çift başlı sistem süreci sürdürmek için elverişli olmadığı gibi Cumhuriyet tarihi boyunca da verimli olmaktan öte Türkiye’nin sürdürülebilir kalkınmasının önünde en büyük engeller olan askeri darbeleri, devalüasyonları, siyasi kriz ve koalisyonları beslemiştir, teşvik etmiştir. Çünkü çarpık ve eşgüdümsüz kurumlar resmi veya gayri resmi olsun, eğer bir ülkede devlet aklını esir almışsa orada akıl vesayeti vardır. Öyleyse Türkiye’yi büyütmeye öncelikle devleti, akıl vesayetinden kurtarmakla başlamak en doğru adımdır. Çünkü bu vesayet yıllarca Türkiye’yi her alanda kısırlaştırmak için atılan adımların köprüsü olmuştur. Dolayısıyla bu referandum ne Ak Partinin ne Erdoğan’ın ne de Hükümetin referandumudur. Bu referandum Milletin doğrudan iktidarının referandumudur. Bu referandum Devlet iradesinin vesayetlerin elinden alınıp Milletin iradesine geçmesinin referandumudur.
Konuya bu şekilde yaklaşıldığında Türkiye’nin neden sistemini güncellemek zorunda olduğunu anlamak zor değildir. Görülmesi gereken önemli bir şey ise, sistem değişikliğine hayır diyen kesimlerin, Türkiye ile yıllar yılı kurduğu tek taraflı pragmatist ilişkilerdir. 16 Nisan referandumunda “hayır” çıkması için açık açık propaganda yapan bir Avrupa’nın derdini anlamak için mevcut parlamenter sistemin zaaf ve müsaitlikleriyle bu ülkede yıllardır hangi Avrupalı ülkelerin ve hangi finans hegemoniklerinin neler yaptığına bakmak gerekmektedir. 7 Haziran seçimleri sürecinde Avrupa neden Türkiye’ye ve Erdoğan’a savaş açtı? Bu savaşta piyon kimdi? 7 Haziran sonrası Avrupa basınında bir kısım para sözcüleri Erdoğan’a neden başkanlık sistemi üzerinden asparagas haberlerle saldırdı ve şimdi referandum öncesi yine aynı şekil ve iştahla saldırmaktadır?
Türkiye’nin mücadelesine küresel bakmak
Öncelikle mevcut sistemin küresel güçlere, Türkiye üzerinde nasıl alan açtığını anlamak için, ABD’yi, Avrupa’yı ve gelişmekte olan ülkeleri nasıl yönettiğini ve halklar üzerinde nasıl gölge bir güç oluşturduğunu anlamak gerekir. Bunu anlamanın yolu ise dünyadaki para sistemini anlamaktan geçer. Genelden özele doğru konuyu ağırlıklı olarak Türkiye üzerinden incelemekte fayda var.
Bretton Woods, Türkiye’yi ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeleri, gelişmesinler, üretmesinler, tüketerek borçlansınlar ve faizin kölesi olsunlar diye yıllarca ithal politikalarla süründüren IMF’nin kurucu aklıdır. Sistem şunu emrediyor; “Türkiye gibi ülkeler, ABD ve İngiltere gibi, sanayileşme devrini tamamlamış, teknoloji ve bilgi çağını başlatmış ülkelerin ekonomik ve siyasi şemsiyesi altında kalmalıdır ve onların tasarrufları Türkiye’ye yüksek faizlerle borç verilmelidir.” 1961 yılından 2009’a kadar olan süreçte Türkiye IMF ile 50 milyar dolarlık 19 adet anlaşma yapmıştır. Türkiye’yi IMF’ye yıllarca mahkum eden temel politika; Türk Lirasının değerini düşürerek ithal eden Türkiye’yi borç almaya mecbur bırakmaktır. Sistem, Türkiye gibi ülkelerin üretim ekonomisi modeline geçmesini istemiyor.
Para sistemlerinin gelişim sürecine bakıldığında ise 15. yüzyılın sonlarından 19. Yüzyılın sonlarına kadar, para birimi gümüş ve altındı. 1870’li yıllardan I. Dünya Savaş’ına kadar uluslararası para sisteminin temelini de bu sistemlerin genel adı olan altın standardı oluşturmuştur. Bu sistem aynı zamanda mal para ve metal para sistemlerini de içinde barındıran ve her ülkenin elinde bulunan altın stokuna göre para çıkardığı, doğal bir sabit kur rejimine sahipti. Altın standardı sisteminin, sabit kur sistemine sahip olması ödemeler dengesinin otomatik olarak düzenlemesi, geleceğe yönelik fiyat beklentilerinin istikrarlı olması, yatırım için gerekli olan piyasalara güven ortamının parasal oynaklıklardan etkilenmemesi gibi avantajlara sahipti.[i] Bu dönem aynı zamanda ekonomileri abluka altına alan finans kapitalizminin Türkiye dahil pek çok ülkeyi faiz batağına sürmenin önünde de bir engeldi. Yani hazinede ne kadar varsa o kadar üretip o kadar tüketiyordun. Dolayısıyla üretim ve reel ekonomi öncelikliydi. Denk bütçe olgusu belki ülkelerin hızlı kalkınmasının önünde bir engel olarak eleştiriliyordu ancak derin finansal krizlerin de önünü kesiyordu. Finans piyasaları ise reel yatırımları fonlamakla görevliydi. Kur üzerinden spekülasyona kapalı ve faiz gelirleri cazip değildi. O dönemlerde buna ihtiyaç duyulmama sebebi de silah satışları ve sömürgelerden gelen kazançlardı. Taki 1.Dünya Savaşına kadar.
1914 Temmuz’unda başlayan I. Dünya Savaşı ile başta İngiltere olmak üzere bütün ülkeler, altın standardı sistemini terk etmişlerdir. Bunun temel nedeni; 1929 Buhranı ile ABD’de ortaya çıkan hızlı deflasyonun sanayi üretimini durma noktasına getirmiş olması ve ABD’nin 1930 yılında ithalatı azaltıcı politikalar izlemesidir. Yerli üretimi teşvik edip istihdamı artırma gayesi güden bu politikalar ABD’ye ihraç yapan diğer ülkelerde işsizlik ve üretim hacminde daralma olarak karşılık bulmuştur. Bir diğer önemli neden ise, Savaş masraflarını karşılayacak kadar ellerinde altın bulunmayan Avrupa ülkelerinin bu sistemden çıkmak istemeleridir. Yani dünyada savaşı çıkaran ve bu savaşları fonlayan küresel finans oligarklarının savaş esnasında elde ettikleri sermayeyi savaş sonrası da sürdürmek ve büyütmek için paradan para kazanma dönemine geçilmiştir. Bu dönemdeki para sisteminin dönüştürülme gerekçesi olarak ülkelerin hazinelerinin savaşlar nedeniyle tükenmesi ve küresel para baronları tarafından hazinede oluşan boşluğun borçlanma yoluyla giderilme zorunluluğudur. Faizin en büyük kazanç haline dönüştüğü, aşırı finansallaşmanın önü açılmış ve altın veya gümüş karşılığı olmayan doların basılması ile dünyada likidite bolluğu ile bir çok ülke likidite tuzağına çekilerek yatırımların önü kapatılmış, sürekli tüketim teşvik edilmiştir.
II. Dünya Savaş’ı sırasında IMF ve Dünya Bankası’nın da kurulduğu 1944 Bretton Woods toplantısında, savaş sonrası için yeni bir uluslararası para sistemi prensibi belirlenerek altın standardı yerine altın-döviz standardı sistemi benimsenmiştir. Doların altına bağlandığı, diğer ülke paralarının da dolara bağlandığı bu dönemde rezerv para ağırlıklı olarak dolar, daha düşük çapta ise sterlindir. 1971 yılında ABD’nin kronikleşen dış ödemeler açığı sonucu ABD’ye duyulan güvensizlik ve doların giderek altından kopması sabit kur sistemi olan Bretton Woods ile başlayan altın-döviz (ayarlanabilir sabit döviz kuru sistemi) sisteminin çökmesi ile sonuçlanmıştır. Sistemin çökmesinde etkili olan bir diğer neden de, petrol fiyatlarındaki hızlı artış, yüksek enflasyon, doların devalüe edilmesi ve sistemin altına çevrilebilirliği olmayan uluslararası dolar standardını almasıdır. Ocak 1976’da IMF’nin Jamaika toplantısında parite döviz kuru sistemi, altın döviz sistemi resmen sona ermiş, 1977-78 sonlarına kadar ABD doları uluslararası piyasalarda etkinliğini büyük ölçüde yitirmiştir.[ii] 1988 yılında Avrupa Komisyonu başkanı Delors’un adını taşıyan Delors Raporu bugün 18 ülkenin ortak para birimi olan Euro’ya geçişin temelini oluşturmuştur. Bu rapor Avrupa ülkeleri tarafından desteklenerek 1991 yılında Hollanda’nın Maasrictht kentinde yapılan Avrupa Birliği Zirvesi’nde onaylanmıştır . Üç aşamalı bir geçiş sürecinden sonra Euro 1999 yılında yürürlüğe girmiş, 1 Ocak 2012’de banknot ve madeni para olarak dolaşıma sokulmuştur.[iii]
Bugün, dünyada para kurumları olarak IMF, ECB (Avrupa Merkez Bankası), Dünya Ticaret Örgütü gibi küresel para kurumları üye ülkelerin veya ekonomik işbirliği içinde oldukları ülkelerle entegrasyon içindedir. Şimdiki dalgalı döviz kuru sistemi ile küresel finans kapitalizmi faiz kazancına bir de spekülasyon kazancı eklemiş ve karşılığı olmayan dolar üzerinden hem faiz hem kur oynaklığı ile dünya toplam reel gelirin 20-25 katı türev işlem geliri elde etmiştir. 2008 yılında Küresel GSYH’nın 10 katı olan (700 trilyon dolar) türev işlem hacmi, bugün 1.5 kattrilyonu aşmış durumdadır. Bu ne demek? Bu bugünkü küresel ekonominin toplam GSYH’nın (80 trilyon dolar) 20 katı büyüklüğünde bir para demektir.[iv] Denetlenmeyen ve karmakarışık bir piyasa olan türev ürünlerin yarattığı riski dünyada hiçbir ülkenin kaldırması mümkün değildir. Karşılıksız paranın, hatta olmayan paranın şişirdiği ekonomiler, bu büyük kumarın kurbanları olmaktadır.
Reel üretim ile türev işlemler hacmi arasındaki bu inanılmaz uçurum sanal paranın, olmayan paranın, dünyayı nasıl esir aldığını, Ülkelerin nasıl istikrarsızlaştırıldığını gözler önüne seriyor. Faizden ve spekülasyondan beslenen bu sanal para, legal finans araçları ile girdiği ülkelerde sessiz ve derinden iş görürler. Dünyanın neresinde olursa olsun birbirleriyle entegre ve yukarıya doğru çıkan bir pramidin basamaklarıdırlar. Bu basamaklardan herhangi biri bir ülkede kendi çıkarını ve varlığını ve en önemlisi faiz gelirini tehdit eden bir unsur gördüğünde, onu ekarte etmek için öncelikle kendi imkanlarını kullanır, eğer buna güç yetiremez ise entegre olduğu bir üst basamağın desteğini alır, bunda da başarılı olamazlar ise pramidin tepesindekiler devreye girerler ve söz konusu ülkenin Başbakanı’nı, Cumhurbaşkanı’nı vesayet altına almak için hamle yaparlar. İktidarları kendisine biat edene kadar sıkıştırırlar. Biat etmeyen hükümetlere ve liderlere karşı türlü türlü şekillere bürünmüş açık ve gizli bir savaş başlatırlar. Ne ile vururlar? Demokrasi ile, din ile, özgürlükler ile, ne kadar kavram varsa hangi kavramlar iş yapıyorsa bütün bunların hepsi sanal paranın altını oyup kendisine silah yaptığı kavramlardır. Nihayetinde bu para oligarkları milli olan her şeye savaş açarak gizliden yapamadıklarını açıktan açığa, yerli işbirlikçileri ile birlikte veya ayrıdan veya doğrudan bir şekilde yapmaya gayret ederler. Batı Sermayesi ve Onların bölge şubeleri refahlarını korumak için her türlü tezgahı kurguluyorsa bu tezgah nerede kuruluyor? Dünyada siyasal çatışma nerede ise Orada, din, mezhep maskesi altında terör nerede ise Orada, Ebola virüsü nerede ise Orada, FETÖ, DAEŞ, PKK, PYD nerede ise Orada.. bu adresleri çoğaltmak elbette mümkündür. Güney Amerika ülkelerinde yaşanan siyasi krizlerin, 1997’de Doğu Asya’da yaşanan IMF krizinin nedenleri de bu küresel para sistemine karşı direnen liderlerin hikayesiyle doludur.
Bu bağlamda; Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne karşı yürütülen “hayır” kampanyasının ev sahipliğine bakınca işin arkasında yukarıda tarihsel altyapısının anlatıldığı para imparatorluğunun olduğunu görmek zor değildir. Çünkü çok açık bir şekilde kendilerinin dünyayı eşitsizlik ve sömürü üzerine kurdukları düzene karşı herhangi bir tehdit görmek istemiyorlar. Küresel sistem ayakta durabilmek için kendisine rakip olabilecek potansiyel taşıyan ülkeleri sürekli kontrol altında tutmaya çalışmıştır. Ortadoğu’da totaliter rejimlerin batı tarafından desteklenmesi, Kuzey-Güney gelir eşitsizliğinin kamufle edilmesi amacıyla kurulan sözde yardım ve kalkınma ajansları, Türkiye gibi ülkelerdeki kalkınma hamlelerinin sabote edilmesi ve siyaseti kontrol etmek amacıyla yapılan askeri darbeler. Bunların daha fazlası ile birlikte küresel finans kapitalizmi kendini rakipsiz ve alternatifsiz bırakmak istemiştir. İşte bu karmaşık para sistemlerinin hedefinde azgelişmiş veya Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler vardır. Bunların amacı, faiz üzerinden para kazanarak küresel finans kapitalizmini sürdürmektir. 1980’lere kadar da Batılı kuruluşlar, az gelişmiş ekonomilerin “kalkınma hamlelerini” destekleme adı altında onları borçlandırarak yüksek faiz karları elde etmiştir. Azgelişmiş ekonomiler ise küresel bir borç deflasyonu içine çekilmişlerdir. Ama artık kapitalist sistem öyle bir noktaya gelmiştir ki reel üretim sermaye birikimi için yeterli gelmiyor. Çünkü artık üretim maliyetleri aşırı derecede artmış bulunuyor. İşte bu kar kaybı açığının da finansal spekülasyon ile ikame edilmeye çalışıldığı bir dönemin içerisinden geçmektedir dünya.
Ancak 2008 yılı bir kırılma noktası olmuştur. Kontrolsüz ve aşırı finansallaşama ile birlikte Avrupa Birliği ekonomik olarak çökme noktasına gelmiştir. ABD’de Trump, sistemin durdurulamaz ilerleyişine karşı korumacı devlet politikasına geçme kararı almıştır. Çin, finans kapitalizmi karşısında 1980’lerden itibaren kendi kurumsallaşmasına odaklanmış ve küresel dalgalanmalara karşı devletçi duruşu ile bugünlere kadar gelmiştir. ABD Çin’i neden tehdit olarak görüyor? Çünkü Çin küresel para sisteminin karşısında güçlü bir rakiptir şu anda. Çin’in yükselişi demek Küresel Finans Sistemi’nin tamamen çökmesi demektir. Çünkü Çin üreterek büyüyor, buna karşı finans kapitalizmi üretmeden, faiz üzerinden büyümek istiyor. Bu iki yapıda aynı piyasada yer aldığından birbirleriyle çakışıyorlar. Trump, neden ABD menşeili firmaları ABD içerisinde yatırım yapmaya zorluyor? Çünkü ekonomiyi reel yatırım üzerinden güvence altına almak istiyor. Bunları iyi anlarsak Türkiye’nin sistem değişikliği mücadelesini de iyi anlarız.
Dünya büyük çaplı bir sistem savaşı yaşıyor. Avrupa, İslam Dünyası, Çin ve Amerika arasında yaşanan ve Rusya’nın Suriye üzerinden direkt olarak tek kutuplu ABD hegemonyasını sarsarak önümüzdeki dönemde yayılmacı sinyaller verdiği bir sürecin içinden geçilmektedir. Obama dönemi politikalarının küresel terörün dünyada yayılmasına zemin hazırladığı ve özellikle Ortadoğu’da konjonktürün terör eliyle kurulmaya çalışıldığı bir dönem yaşandı ve hala o dönemin sancıları sürmektedir.
Küresel sistem değişikliğine Türkiye seyirci kalamaz, kalmamalıdır. Dünya sistemi hızla bir değişime doğru sürükleniyor ve herkes gardını alıyor. Türkiye de bu noktada boş duramaz. Hem ekonomik kalkınmayı siyasi krizlerin pençesinden kurtaracak tek başlı bir sistem hem de milli bir kalkınma projesi ile yeni yüzyılın ikinci çeyreğinde yerini alması gerekmektedir. Şimdi burada kritik soru şu; Türkiye ne yaptı? Bundan sonra ne yapmalıdır? Sistem değişikliği ile bu sorun nasıl aşılır? Tüm bu perspektiften bakıldığında ve bugün Türkiye aleyhine Avrupa’da FETÖ ve PKK ittifakı üzerinden Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne karşı yürütülen kampanyanın iştahına bakıldığında, tıpkı Osmanlı Devleti’nin parçalanma döneminde batı tarafından desteklenen iç kışkırtma ve ayaklanmalara benzediği görülmektedir. Yalnız batı dünyasının o dönemde öngöremediği ve Anadolu’yu aralarında paylaşacaklarını umut ettiği bir dönemde Mustafa Kemal Atatürk’ün yeni bir cumhuriyet kurarak Türkiye’yi yeniden yerli ve milli bir zeminde inşa etme misyonunu kendileri için ikinci büyük tehdit olarak görmüşler ve Mustafa Kemal Atatürk’süz bir Türkiye dizayn etmek için harekete geçmişlerdir. Çünkü O dönemde batı karşısında milleti ile birlikte mücadele eden bir Mustafa Kemal Atatürk vardı, bugün de milleti ile birlikte işgal girişimini püskürten Recep Tayyip Erdoğan var. Bu, tarihin getirdiği bir gerçeklik ve benzerliktir. Bunun parti ile, siyasi görüş ile, ideoloji ile bir alakası yoktur. Değerlendirmeyi kısır bir alanda yapanlar itiraz etse de, bu ülkede Mustafa Kemal Atatürk ile Recep Tayyip Erdoğan’ın mücadelesi aynı milli duygulardan beslenir ve aynı Cumhuriyet’in ilelebet muhafaza ve müdafaası içindir. İzmir İktisat Kongresi’nde sadece iktisadiyat konuşulmadı. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin yerli ve milli zeminde nasıl kalkınması gerektiği ve dönemin işgal kuvvetlerine karşı Türkiye’yi siyaseten nasıl muhafaza edilmesi gerektiği konuşuldu. O dönemde aynı finans oligarkları, aynı küresel vesayetçiler vardı ve Mustafa Kemal Atatürk o dönemde bu tip yapılara karşı Türkiye’yi korumaya almanın mücadelesini verdi. O yüzden CHP’yi elinden aldılar. O yüzden Dolmabahçe’ye hapsettiler. Bugün aynısını Sayın Erdoğan’a yapmadılar mı? Evet yaptılar. Erdoğan halkın oyu ile seçilmiş bir Cumhurbaşkanı olduğu halde onu Beştepe’ye hapsetmeye kalktılar. Cumhurbaşkanı saha inemez, millet ile buluşamaz dediler. Atatürk ile Erdoğan’ın süreci yaşama şekli ne kadar birbirine benziyor, değil mi?
[i] Süren Baltaoğlu, Para Sistemleri Tarihi, İstanbul: Atlantis Kitabevi, (2008)
[ii] Lerzan İskenderoğlu, Uluslararası Para Sisteminin Sorunları ve İyileştirme Sorunları, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Araştırma Planlama ve Eğitim Genel Müdürlüğü, (Haziran 1988)
[iii] Belgin Akçay, Ekonomik ve Parasal Birlik Avrupa Birliği: Tarihçe, Teoriler, Kuramlar ve Politikalar, Ankara: Seçkin yayınları, (2013).
[iv] http://www.dunya.com/dunya/turev-piyasalarinin-hacmi-kriz-doneminin-iki-katina-cikti-haberi-290665